GÜNDEM

GÜNDEM Haberleri

BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ

BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ

BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ
GÜNDEM 18.06.2023 14:07:00 130 0

Kur’ân inmeye başladığı andan itibaren on üç sene boyunca muhataplarına “Ey İnsanlar” der. Sonrasında diğer inanç sahiplerini de işin içerisine katarak bu defa “Ey iman edenler” hitabına geçer. Önceden iman edenlerin Hz. Muhammed’e (a.s.) ve onun getirdiği kitaba inanmaları istenir. (Nisa -136)
Çünkü Allah bir ırkın bir grubun ilahı değil; âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. İlk sûre de böyle başlar.
Kur’ân “Rabbunâ ve Rabbuküm “(Bizim Rabbimiz sizin de Rabbiniz) yaklaşımıyla aslında ehl-i kitap ve müşriklerle bir Müslümanın inandığı Allah'ın aynı olduğunu ve dolayısıyla inanma şekilleri ne olursa olsun insan olmanın yanında inanılan Allah'ın da aynı olduğunu ifade eder.
Kur’ân, insanları ırklarına göre tasnif etmez. İnancına ve ahlakına göre tasnif eder. Helâk edilen topluluklar farklı inanca sahip oldukları için değil yeryüzünde zulüm yaptıkları için helâk edilmişlerdir. 
Bununla beraber Kur’ân, insanların farklı soy ve boylarda yaratılmış olmasının, savaşmak için değil tanışmak için olduğunu söyler. (Hucûrât-13)
Mâide suresi 48. ayette Rabbimiz;
‘Sana da Kitab'ı, hak ile, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onların üzerine şahit olarak indirdik. Sen de onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen hakkı bırakıp da onların arzularına uyma.’ dedikten sonra bu defa;
‘Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Ancak (bu) size verdikleri üzerinde sizi imtihan etmek içindir. Artık iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.’ buyurarak farklılığın Allah’ın takdiri ve insanın doğası olduğu gerçeğini ortaya koyar.
Yûnus sûre¬sinin 99. ayetinde ise önce "Rabbin di¬leseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi." buyurulur. Ayetin devamında: "O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" denerek bir Müslümanın farklı din mensuplarına karşı ortaya koyacağı yaklaşım belirlenmiş olur. 
Tebliğ, davet, İslam’ı kabulün önündeki engelleri kaldırma manasına cihat amenna. Ama zorla kabul yalnızca riyakârlık oluşturur. Din nezdinde kâfir, münafıktan daha makbuldür. Çünkü riya insanın doğasını bozar.
Rabbimiz Nahl suresi 93. Ayette;
“Şayet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat O dilediğini/dileyeni saptırır dilediğini/dileyeni de doğru yola eriştirir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” Buyurarak kendisinin yarattığı insana yine bizzat kendisinin farklı inanç ve davranışlara yönelme özgürlüğünü verdiğini bize söyler.
Bu ayet, Allah'ın bir tek inancı paylaşmaları, yani tek ümmet olmaları için insanları zorlamadığı ilkesini anlatır. Dileseydi elbette tek ümmet haline getirirdi, ama o zaman da insanların hür iradeleri ve özgürlükleri ellerinden alınmış olurdu.
Hür iradesi elinden alınanın beraberinde insanlığı da elinden alınmış olurdu.
Ayetlerde geçen "ümmet" kelimesi, "tek bir top¬lum, tek bir millet" anlamına gelir. Hz. Peygamber aleyhisselam Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde dayatmacı bir devlet anlayışı yerine toplumların dini inanç, hak ve özgürlüklerini koruyucu bir anlayış sergileyerek Medine’deki Yahudi ve Hristiyanlarla birlikte yaşayabilmeye yönelik adına “Medine Vesikası” denilen bir kamu hukuku oluşturmuş ve ümmet kelimesini din birlikteliğinden ziyade toplumsal birliktelik manasında kullanmıştır.
Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi kitabında kaydettiği şekilde Medine Vesikası’na şöyle bir madde konulmuştur:
‘Avfoğulları Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil eder. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir.’
Peygamberliğinin başlangıcından itibaren insanı önceleyen bir davet usulü ortaya koyan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Veda Hutbesi’nde davetinin sonunu Kur’ân’ın davetinin başlangıcındaki hitapla sonlandırmış ve o da kendisini dinleyen büyük kalabalığa;
“Ey insanlar hepiniz Adem'in çocuklarısınız ve hepiniz kardeşsiniz. Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur.” diyerek insanların birliktelik bağını en temelde insan olmalarına indirgemiştir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hayatındaki uygulamaları bunun örnekleri ile doludur. İtiraz eden sahabeye o da insan diyerek Yahudi'nin cenazesini ayakta yolcu etmiş, Yahudi bir çocuğa hasta ziyaretine gitmiştir. Daha usta diye elbisesini bir Hristiyan’a diktirmiştir. Kendisiyle Hz. İsa (as)'nın uluhiyeti konusunu tartışmak üzere gelen Hristiyanlara talepleri üzerine ibadetlerini yapmak için Mescid-i Nebevî'yi tahsis etmiştir. Karşılaştığı homurdanmalara da bu mabet onların da Allah'ının evi diye cevap vermiştir.
Kur'ân ve hadis kültürüyle beslenen atalarımız aynı yaklaşımı hükmettikleri bütün coğrafyalarda ortaya koymuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı devlet yönetimleri bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bulunduğu çağda Osmanlı Devleti din özgürlüğü açısından diğer milletlere nazaran katbekat öndedir. Hatta bugünün gelişmiş devletleri bile birçok noktada Osmanlı’ya ulaşamamıştır. Bernard Lewis “Ortadoğu” kitabında Osmanlı’nın bu özelliğinden sitayişle bahseder. 
Osmanlı Devleti’nde din özgürlüğü, Kur’ân’ın Ehl-i Kitap’a yaklaşımından kaynaklanır. 
Kur’ân’ın “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara-256) ayetini düstur edinen Osmanlı Devleti, topraklarında yaşayan cemaatlere istedikleri inancı serbestçe seçme, inançlarının gerektirdiği eylemlerde bulunabilme, inançları doğrultusunda eğitim yapabilme ve sosyal birlik (cemaat) oluşturabilme özgürlüklerini bir hak olarak görmüş ve bu hakkın korunması için büyük çaba sarfetmiştir.
Osmanlı Devleti’nin asırlarca ayakta durmasını sağlayan en önemli sebep yönettiği topraklarda yaşayan farklı dini ve etnik kesimlerden oluşan vatandaşlarına temel insan haklarını tanımış olması ve bu çerçevede din özgürlüğüne maksimum seviyede uymuş olması denilebilir. 
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’un bir mahallesi olan Galata’da yaşayan diğer din mensupları için yayınladığı fermanda; gayrimüslimlerin dinlerinin gerektirdiği ayin ve ibadetleri yapmaları, mülkiyet hakları, ticari serbestileri, seyahat hürriyetleri, mabetlerinin dokunulmazlığı, Müslümanlığı kabule zorlanmamaları açıkça ifade edilmiştir. 
Kilise ve havralar sürekli olarak devletin güvencesi altında bulunmuştur. 
Kendine özgü bir sistem olan Osmanlı Millet Sistemi, devletin hâkim unsuru durumunda olan Müslüman tebaa ile birlikte diğer Müslüman olmayan (gayrimüslim) unsurları da sistemle bütünleştirmiştir.
Osmanlı'nın Müslüman olmayan tebaaya yaklaşımı bugünkü gelişmiş ülkelerin farklı din mensuplarına yaklaşımından çok daha iyidir.
Öncelikle birlikte yaşamak bir kültürdür. 
Medeniyet dediğimiz şey, bir şehirde birlikte yaşayabilme becerisini ortaya koymaktır. Herkesin bizim gibi düşünmesi ve bizim gibi inanması mümkün değilse geriye iki seçenek kalıyor: Çatışmak ya da anlaşmak. 
Medeni insan uzlaşmacıdır. Hazreti Peygamber aleyhisselam;
’Müslüman herkesle iyi geçinir, kendisiyle de iyi geçinilir. Geçimsiz birinde de hayır yoktur.’ buyurur.
Birlikte yaşamak zorundaysak ortak paydalarda buluşmak gerekir. Aynı coğrafyada yaşayan insanların ırk ve din gibi ana unsurların yanında komşuluk ve vatandaşlık gibi cari paydaşlıkları söz konusudur. Ama aslolan insanın kardeşliğidir. Kimileri kabul etmese de hepimiz Adem’in (a.s) çocuklarıyız ve hepimiz  aynı Rabbin kullarıyız.
Tali bağlılıklar en temeldeki insan olma bağlılığını devre dışı bırakmamalıdır.
Birlikte ve birlik olarak yaşamak bir fazilet değil zorunluluktur. 
Muhabbetle yürütülen birliktelikler dağılınca ne yazık ki kaçınılmaz bir husumet ortaya çıkar. Osmanlının son döneminde azınlıkların ayaklanmaları ve neticesinde ortaya çıkan tablo tarihsel bir örnek olarak karşımızda durur. Daha yakın tarihlerde Yugoslavya’nın parçalanması beraberinde yıllar süren etnik çatışmaları ve toplu katliamları getirmiştir.
Değişmez bir kuraldır: Birleşen büyür bölünen küçülür. 
Kuzeyli ve Güneyli diye yıllarca birbiriyle savaşan Amerikalılar savaşa son verip birleştiklerinde bugünkü büyük süper gücü meydana getirdiler. Amerika’nın gücü karşısında kendini zayıf hisseden İngiltere, Almanya, Fransa kendi aralarında yıllar süren savaşları unutmuş ve Avrupa Birliğini kurmuştur. Rahmetli Necmettin Erbakan'ın D8 formülü, İslam ülkeleri birliği çabası, karşılarında birleşmiş bir güç görmek istemeyen emperyalist ülkeler tarafından akamete uğratılmıştır. Yine rahmetli Alparslan Türkeş'in Türki Cumhuriyetleri ile yakınlık projesi maalesef gerçekleşememiştir. Hinterlandınız ne kadar genişse gücünüz ve etkiniz o kadar büyük olacaktır.
Yalnız bizim önce kendi içimizde birliği sağlamamız gerekir. Alevi -Sünni, Türk -Kürt, Laik -Dindar veya olası bütün ayrılıklar bizi birbirimizden ayırmamalıdır.
Sünni’nin ne kadar cami hakkı varsa Alevi’nin de o kadar cem evi hakkı vardır.
Bu ülke Türkün olduğu kadar Kürdün de ülkesidir.
Mezhep, tarikat ve cemaat Müslümanların ayrılıklarına sebep olmamalıdır. 
Ümmet ümmet deyip Afrika’dan Filistin’den bahsedip sonra da kendi ülkesinde kendi mahallesinde yaşayan Müslümanı tekfir ederek, İslam’ı dar ve indî kalıplara indirmek dindarlık değildir.
Enerjisini içeride harcayan ülkeler uluslararası alanda zayıf kalırlar. Bunun için uluslararası güçler kendileri için tehlike oluşturabilecek ülkelerde iç çatışmalar çıkararak kendi hegemonyalarını devam ettirmek isterler.
Birbirimizin inandığı doğrulara ve düşüncelere hakaret etmeden, ayrılıkları kaşımak yerine ortak noktalarımızı ön plana çıkarmalıyız. Eleştiriye açık olmalı, bizden farklı düşünce ve yaklaşımların kabul edilmesini de hazmetmeliyiz.
İnsanların değerlerini değersizleştirmek bizi de değersizleştirecektir. Değerler ancak daha yüksek olduğuna inanılan bir değerle karşılaştığında değişebilir. Yapabiliyorsak kendi değerimizi arttıralım, ‘Dileyen kabul eder, dileyen inkâr eder’ özgüveniyle inandığımız değerlerin ne kadar değerli olduğunu ortaya koyalım. Ama dayatmacı bir yaklaşım sergilemeden.
Politik tercihlerimizin farklı olması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak toplumsal insani diyaloglarımız, insanlığın, insani yaklaşımın diliyle olmalıdır. Eğer illa bir politik dil kullanıyorsak düşüncelerimizi, kırmadan ve incitmeden ifade etmeli suçlamak ve dışlamak yerine anlamak ve müsamaha göstermek erdemini sergilemeliyiz. 
Her türlü kırılmalarımıza ve incinmelerimize Rabbimizin tavsiyesi sabırdır. 
“Allah'a ve Peygamberine itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz ve sabredin, şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. “(Enfal-46)
İnsanların bize sabretmesini istediğimiz kabar biz de insanlara sabretmeliyiz.
Yoksa nasıl birlikte yaşarız?

Ali Uğur Özkeleş


Anahtar Kelimeler: BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ

İlginizi Çekebilir

Bakanlar Narin davasını değerlendirdi: Verilen ceza yüreklere su serpti!

Meteoroloji'den yine uyarılarla dolu bir Pazar!

Bakan Uraloğlu'ndan Kaya ailesine ziyaret

Mehmed Âkif Ersoy, Vefatının 88. Yıldönümünde Eyüpsultan’da Anılacak

SANKO OKULLARI "CODEIX DRONE LEAGUE (CDL) YARIŞMASI"NDA TÜRKİYE İKİNCİSİ OLDU

Kahta-Narince-Siverek Yolu Hizmete Açıldı

Malatya'dan Suriye'ye ilaç yardımı

Yaşar, bürokratlarıyla bir araya geldi

Gemlik ve Japonya'nın Nanao Belediyesi kardeş şehir oldu

İZAYDAŞ ve BELDE A.Ş.’de yeni müdürler belli oldu!

Türkiye Belediyeler Birliği Suriye'ye heyet gönderecek

Malatya'da iklim değişikliği eylem planına özel çalıştay

Istrancalar ekolojik krizle karşı karşıya!

AKOM: İstanbul’da yüksek kesimlere kar yağabilir

2015 öncesi GSS borçları siliniyor!