Manevi olarak defnedileceği yeri görmüş ve Müslümanların hayali olan İstanbul’un fethine bir adım daha yakınlaşmak istemiştir.
Ve vasiyette bulunur: “Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defn edin” Mihmandâr-ı Nebevî, demek ki, manevî olarak defn edileceği yeri görmüş ve Müslümanların hayali olan İstanbul’un fethine bir adım daha yakınlaşmak istemiştir. Gerçekten bir müddet sonra Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri o pak ruhunu Rahmân’a (celle celalühü) teslim eyler. Vasiyeti üzerine askerler na’şını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşırlar ve defnederler. İşte şimdiki şerefli yere... O toprak ne nasiplidir ki böyle bir büyüğü sarmalar... Ve bizler ne nasipliyiz ki O’nunla aynı topraklarda yaşarız...
Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî sağlığında göremediği o fethi vefatından sonra kabrinden temaşa etmek ister belli ki. Bu bakımdan İstanbul’un manevi fâtihi olarak kabul edilir. Bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmışlardır. Ordu fetih yapılamadan geri döner. Kumandan Yezid, Bizans Kayseri’ne elçi gönderir ve der ki; “Burada yatan Peygamber Mihmandârı’dır. Onun kabrine en ufak bir zarar gelirse İslâm dünyasında ne kadar kilise varsa yerle bir ederim.”
Gerek bu tehdit, gerekse Hazret-i Peygamberin büyük sahabisi olması sebebiyle, Hristiyanlar onun mezarına zarar veremez. Hatta Müslümanlar gibi onun mezarını ziyaret ederek manevi yardımını dilerler. Zamanla o mezarda yatan zatın hüviyeti Bizanslılarca unutulur, fakat manevi havası sonraki asırlarda da devam eder. Aradan 800 yıl geçer. Kabir kaybolur.
Bundan sonra İstanbul üzerine daha pek çok sefer tertip edilir. Fakat her defasında muhkem kalelerle korunan şehir fethedilemez. Bu şeref Osmanlı Padişahı Fâtih Sultan Mehmed Han ve askerlerine nasip olur. Osmanlı Sultanı Fâtih Sultan Mehmed Hân (1429-1481) İstanbul’un fethini gerçekleştirdikten sonra devrin büyük âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddin hazretlerine, “Ey benim muhterem Hocam! Tarih kitaplarının yazdığına göre, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) Efendimiz hazretlerinin mihmandarı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) mübarek kabri, burada (İstanbul) kalenin yakın bir yerindeymiş. Himmetinizle kabr-i şerîfin yerini bulmak ve bilmek arzusundayım” diye ricada bulunur.
Akşemseddîn, Sultana hitaben; “Sultanım ben geceleri şu semtte bir yere nur inmekte olduğunu görüyorum. Zan ederim ki, o nurun indiği yerde, o mübareğin kabr-i şerîfi olsa gerektir” buyurur. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu yere gelirler. Akşemseddin hazretleri bir müddet teveccühte bulunduktan sonra: “Evet, Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin rûh-u şerîfi ile şimdi mülâkat ettim, İstanbul’un fethini tebrik edip, “Beni zulmet-i küfürden kurtardın” buyurarak ferah ve sürürünü belirtti buyurunca, Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Akşemseddin ile maiyeti hep beraber, işaret edilen yere gelirler. Sultan Fâtih, Akşemseddin hazretlerine; “Efendim! Kabr-i şerîfin yerini tayin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım” der.
Akşemseddin hazretleri şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murakabede bulunduktan sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek; “Burasını kazınız. İnşaallahü teâlâ, iki arşın sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Hazret-i Mihmandâr-ı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabr-i şerîfidir” buyurur. İşaret edilen yer kazılır. Buyurduğu gibi yazılı mermer bulunur. Sultan Fâtih, Akşemseddin hazretlerinin kerametine hayran kalıp, ziyadesiyle memnun olur. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, Akşemseddin ve ailesine mahsus odalar ile bir de câmi-i şerîf bina ettirir. Burası bütün Müslümanların ziyaretgâhı hâline gelir.
Uzun boylu seyrek sakallı
Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkadir Bey şöyle anlatır: Bir yaz günüydü. Abdülhakim Efendi ile Eyüb Camii’nde öğle namazını kıldık. Sonra Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yana diz üstünde oturduk. “Yanıma sokul, gözlerini kapa” buyurdu. Gözlerimi kapayınca Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. “Gözünü aç” dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. “Ne gördün?” dedi. Anlattım. “Ben hayatta iken kimseye söyleme” dedi. Bunu vefatından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
Ev ev davayı anlattı
Es’ad bin Zürâre arkadaşı Zekvan bin Abd-i Kays (radıyallahü anhüma) ile birlikte Medineli ilk Müslüman olan sahabilerdendir. İlk Akabe biatından önce Mekke’de Müslüman oldu. Sonra Resûlullah’tan izin alarak arkadaşıyla birlikte Medine’ye döndü ve herkese, âdeta ev ev dolaşarak İslâmiyet’i duyurmaya başladı. İlk olarak Sa’d bin Hayseme (radıyallahü anh) bu daveti kabul edip, Müslüman oldu. Sonra bu üç sahabi öyle bir çalışma yaptılar ki ilk Akabe biatinin onların bu teşviki ile gerçekleştiği rivayet edilir. Medine’ye İslâm’ın yayılmasında büyük pay sahibi olan bu mübarek zat hicretten dokuz ay sonra hastalandı. O, bugün için de tehlikeli olan menenjit hastalığına yakalanmıştı. Kısa bir süre sonra vefat etti. Hazret-i Es’ad bin Zürâre, Resûlullah’ın Medine’ye hicretinden sonra ilk vefat eden sahâbisi oldu.
>> Müminin bayramı, günahlarının affedildiği gündür, imanla öldüğü gündür.
>> Elini harama uzatan, ateşe elini uzatır. Ayağıyla harama giden, ateşe gider. Haramı yiyen ateşi yer. Harama bakan ateşe bakar, ateş ise onu yakar. Değer mi... biraz sabret!
>> Mümine gelen her şey hayırlıdır.
>> Başarının sırrı vermektir.
>> Kurtulmanın tek çaresi var, o da kurtulanlarla beraber olmaktır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan kurtulamaz.
>>Göğsünü kıbleden çevirenin namazının bozulduğu gibi, yüzünü İslâmiyet’ten çevirenin hem dünyası hem ahireti bozulur.
>>Şaşılır şu kimseye ki, dünyaya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş ama unutulmuş değildir. Güler, ama bilmez ki, Rabbi ondan razı mıdır, yoksa değil midir?
>> Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu hâlde, dünyalık peşinde olan kimselerin hâli, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu hâlde unutulmamış olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabb’inin kendinden razı olup olmadığını bilmediği hâlde, ağız dolusu gülen kimselerin hâli.
- Dayı olan şeyleri söylüyorum ben... İftira atmıyorum... Selin de öyle yapıyor da demiyorum... Günümüzde normal dediğiniz gençler bunu yapıyorlar... Öyle değil mi... Ben böyle yapmıyorum; onun için mi anormalim?..
- Bak oğlum... Bırakalım şimdi bu konuyu... Biraz dikkat et kendine... Gez, eğlen... Annen endişeli senin için...
- Ah, annem bilseydi; benim sonsuzluğum için endişelenirdi...
- Ne... Anlayamadım...
- Fikirlerimiz farklı olsa da, yine de kendince ve annemce buraya benim iyiliğim için geldin dayı... Teşekkür ederim sana... Ben böyle mutluyum...
- Onun için mi ağlıyorsun?.. Mutlu olan ağlar mı oğlum?..
- Dayı bir savaşı kazanmak için çile çekmek lazım... Beni de öyle gör... Bu dünyaya aldanmak istemiyorum...
- Ne yani biz aldanıyor muyuz?..
- Maalesef... Evet... Yaşantınız aldanma üzerine kurulu...
- Sana öyle geliyor... Ukala... İspat et...
- İspat etmem için fikirlerime tahammül etmen lazım dayı... Sen tahammül etmiyorsun... Bir tespit yapıp, hükmü basıyorsun... Buna da karşıdakini anlamamak deniyor günümüzde... Dayımsın benim... Senin gözünde hatalar yapan bir çocuğum ben... Sözlerimi kabul etmezsin...
- Tamam gel dayı-yeğen yakınlığını kaldıralım aradan... Yeter ki ben haklıysam sen kabul et ve kendine gel... Sen haklıysan da ben kabul ederim... Anlaştık mı?..
- Peki dayı... Önce ben başlayayım... Teşekkür ederim... Dayı biz Müslüman’ız değil mi?.. Demincek öyle söyledin...
- Evet...
- Peki İslâm’ın şartları var... Onlar nelerdir?..
- Dur bakayım... Neydi ya!..
- Ben sayayım... Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek...
- Ha ha biliyordum da, unuttum bir an...
- Dayıcım sen namaz kılıyor musun?..
- He he... Dur daha o günlere var...
- Oruç tutuyor musun...
- Oğlum biliyorsun şeker, tansiyon var ben de... Hem midem de rahatsız...
- Zenginsin dayı... Zekât veriyor musun?.. Hacca gittin mi?..
- Ehm... Yok...
- Dayı bunlar İslâm’ın şartı... Yapmayan günah işlemiş olur... Kabul etmeyen Müslümanlıktan çıkar... Sen bunların hiçbirini yapmıyorsun... Yapmadığın için de nefsin önüne benim gibi dikilmiyor... Nefs bunların yapılmasını istemiyor... Günahları ise delice istiyor... Bir Müslüman Allahü teâlâdan korktuğu için onun emirlerini yapar, yasaklarından kaçınır... Nefs devreye girer burada... Emirleri yaptırmak istemez... Namaz kıldırmak istemez... Yasakları ise taşkınca yaptırmak ister... Sen bir Müslüman olarak Rabb’inden korkuyorsan ve O’nu seviyorsan nefsinin isteklerine karşı gelirsin... Ona yenildikçe de benim gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymamaktan; utanır, üzülür gözyaşı dökersin... İşte annemin benim için endişelendiği gözyaşı bundan... Yoksa psikolojimin bozukluğundan değil...
(devam edecek)
Kaynak: Türkiye Gazetesi