Kadın…
Yeryüzünde adı kadar ağır bir varlık. Doğduğu andan itibaren sorumluluk yüklenir omuzlarına. Henüz minicikken “kız çocuğu” olmanın sessiz terbiyesini verir hayat ona. Baba evinde misafirdir; “nasıl olsa evlenecek” denilerek birçok şeyin sahibi olamaz. Oysa o ev, onun ilk sığınağıdır, ilk sevgiyi tattığı yerdir ama aynı zamanda ilk ayrılığı yaşayacağı yerdir.
Bir gün gelinlik giyer. Sevinç gözyaşlarıyla baba evinden çıkar, koca evine gelin olarak girer. Artık orası “onun evidir” denir ama değildir. Çünkü orada da “gelin”dir; “hanım” olana dek sabırla, anlayışla sınanır. Her hareketi, her sözü, her bakışı ölçülür. Bir ömür sürecek bir sınavın içindedir aslında.
Yıllar geçer… Kadın anne olur, evlat büyütür, yuva kurar, fedakârlığın kitabını yazar. Yeri gelir kendi hayallerini askıya alır, ailesinin huzuru için sessizliği seçer. “Ev” dediğimiz o dört duvar, onun emeğiyle yuva olur. Fakat ne acıdır ki, o yuvada bile çoğu zaman kendine ait bir köşe bulamaz. Bir odası, bir anı, bir nefeslik zamanı bile yoktur bazen.
Sonra gün gelir, evlatlar büyür, gider. Kadın yine kalır. Kimi zaman çocuklarının evine sığınır, kimi zaman bir huzur evinin penceresinden dışarıyı seyreder. Her iki durumda da “kendi evi” hâlâ yoktur. Baba evinde misafir, koca evinde emanet, çocuklarının evinde ise “idare eden” bir anne olur.
Ama işin en acı yanı; bu gerçeği en iyi kadın bilir, en az kendine yakıştırır. Çünkü o bilir ki, aslında “ev” sadece duvarlardan ibaret değildir. Kadın için ev; güven, sevgi, huzur ve ait hissettiği bir yerdir. Ve ne yazık ki, yeryüzünde çoğu kadın bu “ait olma duygusunu” hiç yaşayamaz.
Oysa kadının yeri bir evin içinde değil, bir kalbin merkezinde olmalıydı. Baba evinde değer, koca evinde huzur, kendi evinde özgürlük bulmalıydı. Kadın, yeryüzünün en vefalı, en üretken, en dirayetli varlığıyken; en çok da evi olmayan varlık hâline getirildi.
Bugün kadının evsizliği, beton duvarlarla değil; duygusal, sosyal ve ekonomik sınırlarla ölçülüyor. Kadın hâlâ birilerine “emanet” sayılıyor. Oysa kadın, kendi evinin, kendi hayatının, kendi kimliğinin sahibi olmalı. Çünkü kadın mutluysa, yuva vardır; kadın güvendeyse, toplum huzurludur.
Belki de artık şu gerçeği görmenin vakti geldi:
Kadının evi, onun emeğinin geçtiği her yerdir. Ama en çok da kendi kalbidir. O kalp kırılmadıkça, kadın evsiz kalmaz.
Ve bir gün, yeryüzünde her kadının “kendi evi” olduğunda; işte o zaman gerçek medeniyet başlamış olacaktır.Yeryüzünde Evi Olmayan Tek Varlık: Kadın
Bir toplumun aynası, kadınların yüzündeki izdir…
Kadın…
Yeryüzünde adı kadar ağır bir varlık. Doğduğu andan itibaren sorumluluk yüklenir omuzlarına. Henüz minicikken “kız çocuğu” olmanın sessiz terbiyesini verir hayat ona. Baba evinde misafirdir; “nasıl olsa evlenecek” denilerek birçok şeyin sahibi olamaz. Oysa o ev, onun ilk sığınağıdır, ilk sevgiyi tattığı yerdir ama aynı zamanda ilk ayrılığı yaşayacağı yerdir.
Bir gün gelinlik giyer. Sevinç gözyaşlarıyla baba evinden çıkar, koca evine gelin olarak girer. Artık orası “onun evidir” denir ama değildir. Çünkü orada da “gelin”dir; “hanım” olana dek sabırla, anlayışla sınanır. Her hareketi, her sözü, her bakışı ölçülür. Bir ömür sürecek bir sınavın içindedir aslında.
Yıllar geçer… Kadın anne olur, evlat büyütür, yuva kurar, fedakârlığın kitabını yazar. Yeri gelir kendi hayallerini askıya alır, ailesinin huzuru için sessizliği seçer. “Ev” dediğimiz o dört duvar, onun emeğiyle yuva olur. Fakat ne acıdır ki, o yuvada bile çoğu zaman kendine ait bir köşe bulamaz. Bir odası, bir anı, bir nefeslik zamanı bile yoktur bazen.
Sonra gün gelir, evlatlar büyür, gider. Kadın yine kalır. Kimi zaman çocuklarının evine sığınır, kimi zaman bir huzur evinin penceresinden dışarıyı seyreder. Her iki durumda da “kendi evi” hâlâ yoktur. Baba evinde misafir, koca evinde emanet, çocuklarının evinde ise “idare eden” bir anne olur.
Ama işin en acı yanı; bu gerçeği en iyi kadın bilir, en az kendine yakıştırır. Çünkü o bilir ki, aslında “ev” sadece duvarlardan ibaret değildir. Kadın için ev; güven, sevgi, huzur ve ait hissettiği bir yerdir. Ve ne yazık ki, yeryüzünde çoğu kadın bu “ait olma duygusunu” hiç yaşayamaz.
Oysa kadının yeri bir evin içinde değil, bir kalbin merkezinde olmalıydı. Baba evinde değer, koca evinde huzur, kendi evinde özgürlük bulmalıydı. Kadın, yeryüzünün en vefalı, en üretken, en dirayetli varlığıyken; en çok da evi olmayan varlık hâline getirildi.
Bugün kadının evsizliği, beton duvarlarla değil; duygusal, sosyal ve ekonomik sınırlarla ölçülüyor. Kadın hâlâ birilerine “emanet” sayılıyor. Oysa kadın, kendi evinin, kendi hayatının, kendi kimliğinin sahibi olmalı. Çünkü kadın mutluysa, yuva vardır; kadın güvendeyse, toplum huzurludur.
Belki de artık şu gerçeği görmenin vakti geldi:
Kadının evi, onun emeğinin geçtiği her yerdir. Ama en çok da kendi kalbidir. O kalp kırılmadıkça, kadın evsiz kalmaz.
Ve bir gün, yeryüzünde her kadının “kendi evi” olduğunda; işte o zaman gerçek medeniyet başlamış olacaktır.

